4 Temmuz 2015 Cumartesi

ne isterdin?

''dolapta yemek var, ısıtıp yersin''

dolapta elbet kolaylıkla yenebilecek zilyon tane alternatif şey var ama ben seni düşündüm cümlesi.

evin matematiği erkektir.

gazı kapattın mı, fişi çektin mi gibi türlü soru sorabilir, sen o matematik sorusunu zar zor öğrenip çözen kişisin işte kadın. ''gazı kapattım, fişten çektim''

Ev halkından biri rahatsızlandığında çözüm yollarını üretebilecek soğukkanlılığa ve o analitik zekaya sahip olmak zorundasın bi kere, artık üşüttüyse tarhana mı yaparsın yoksa prospektüsleri iyi kötü anlayabilmiş olduğundan kendince doğru ilaç mı verirsin bilinmez.

Bir kadının hayatı hep bir erkeğe göre mi şekillenir, son zamanlarda hep bunu düşünüyorum.
Basit, doğal, az kıskanan, az harcayan, iyi giyinip müstehcen olmamayı başaran, aşırıya kaçmayan, sürekli huzur veren, planlarını beyine göre yapan, evin eksiğini hatta erkeğin eksiklerini ezbere bilip tükenmeden yerine koyan, fedakar fedakar fedakar bireyler olmak zorunda mıdır?

Kırmızı rujlar, sarı saçlar, kısacık etekler, yüksek topuklar, ağda seansları, manikür-pedikür vs.
hepsi bir erkek tarafından beğeni almak adına yapılan şeyler değilse ne ?
Büyük bir tezat yaratmıyorum aslında kendi kafamın içinde, bakımlı olmanın muazzam bir şey olduğunu kabul ediyorum ancak tüm bunlar kendin için değilse raftaki üründen farkın ne ?

Sen ömrünce kendine bir şeyler katarakta güzelleşebilecekken, üstelik tüm bu güzelliğin ''dolapta yemek var, ısıtıp yersin''e dönüşecekse pişman olmaz mısın?

Artık Pucca olmaktan da vazgeçmenin zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.
Ne olmak isterdin?
Hayatında en çok ne olmasını isterdin?

İyi bir eş, iyi bir anne olmak müthiş, peki hayatın sana zaten sunacağı vasıflar bunlar.
Asıl sen kendi ellerinle, hayattan didinerek aldığın vasfın ne olsun isterdin?


2 Haziran 2015 Salı

Evvel zaman içinde.

Çocukluğumda elimi göğsüne koyup uyuduğum kadının rüyasından uyandım.
Bir devirdaim yaşadık; benim bebekliğim kadar bebek oldu, onun kadar iyi bakabilen biri oldum bende.
Benim yediğim mamalardan yedi son günlerinde, gece nefes alışverişimi dinlermiş ben de onunkini dinledim iyi mi acaba diye.

Hiç tarzım değildir böyle güzel cümlelerle başkalarına anlatmaya çalışmak, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeye çalışırken içten içe tökezliyorum, zaman zaman gülebiliyor olmam garip geliyor ama çabuk kabullenip yeniden daha güçlü bir şekilde devam etmek zorundasın hayatına.
Bitmiş bir hayata acımasızca alışman için biçilmiş bir süre var nihayetinde.

Aslında benim gibi birini ikna etmek çok zor, ben teselli olmam. Çünkü inanmam irdelerim, benim kafamın içerisinde her hareketin izahı olmak zorundadır, bu yüzden de kendimi teselli edişim de bir yere kadar. Zaman zaman yaslanacak bir omzu arama acizliğime de kızıyorum, öyle ya çünkü acizim.

Küçük, dar bi sokak var mahallenin bitiminde o dar sokağın başına gelinceye kadar ağlamamıştım.
O sokağın başına kadar gelip eve dönüp baktığımda bisikletten düştüğüm gün beni kaldırmak için koştuğu an inanılmaz bir şekilde canlandı beynimde, orada oturan kadınlara bakıp ''babaannem öldü'' diyemeden ağlamaya başladım.
BEKLENEN bir şey olduğundan da neden ağladığım hemen anlaşıldı.
Yaşadığım her anı ama istisnasız kaydediyorum, benim için hayatı özel ama bi o kadar da zor kılan sistem bu.

Hiçbir şey, hiç kimse öylesine değil. Öylesine olamayacak kadar özel, değerli.

1 yıldır uyumak, kafamda dert ettiğim bi çok şeyden kaçabilmek için ilaç kullanıyorum. Her içişimde derin bir pişmanlık duyuyorum, Acıdan kaçıyorum çünkü güçlü değilim, öyleymişim gibi.
Gibi olan her şeyden nefret ediyorum. Hep hayalimdir güzel bir bahar sabahına tasasız bembeyaz bi odada uyanmak, rüzgarın esintisi şevkat gibi olsun derim. İçimdeki en derin boşluk budur çünkü.
Kendimi bundan mahrum eden de benim.

Sorgulamaktan yorulduğum, kendimden kaçtığım, örselendiğim ve dert edip kendimi yıprattığım her günden ayrı ayrı pişmanlık duyuyorum. 

Çünkü gözümle gördüm biliyorum, bütün hayatın belki 1 saniye hatta daha bile kısasında son buluyor. Seni o uykudan döndürebilecek güçte hiçbir sevdiğin olamaz. Her şey tek başına ve çok hızlı.

Ben onun rüyasından uyandım.


13 Mart 2015 Cuma

Mutlu olsun diye.

Kathrine Switzer

5 ocak 1947 doğumlu bir kadın.

1967 yılında Boston maratonuna katılan ilk kadındır, bu yıla kadar bu maratona kadınların katılması yasaktır maraton görevlilerinden Jock Semple yarışın içerisinde bir kadın olduğunu farkettiğinde onu tartaklayarak yarıştan çıkarmaya çalışsa bile Kathrine erkek arkadaşının yardımıyla yarışı tamamlamıştır.



Daha sonra 1974 yılında New York maratonunda birinci, 1975 yılında da yarışından yaka paça atılmaya çalışıldığı Boston Maratonunda ikinci gelmiştir. Hatta 1967 yılında kendisini yarıştan çıkarmaya çalışan Jock Semple ile son yarışında bir araya gelmiş ve aralarında problemi çözmüşlerdir.
Şimdilerde kendisi yine kadın atletleri yüreklendirmek amacı ile belli yarışlara katılım göstermektedir. Tv yorumcusu, yazar aynı zamanda da atllettir :) Başarı hikayelerinin en sevdiğim yanları ''hak verilmez alınır'' kısmı oluyor genelde. Özellikle de kadınların güçlü ve başarılı olabildiklerini görmek hayata göz kırpmak gibi bir şey.


Dünyanın 50 başarılı kadın hikayesinde denk geldim Kathrine Switzer'e. Ve tabi ki 8 mart makalelerinden biriydi bu da. 
Neden kadınlar günü varmış, hem o dünya emekçi kadınlar günü, siz daha neyi kutladığınızı bilmiyorsunuz, barda içip içip mini etekler giymiş kadınların günü olabilir mi hiç ? Evde kocasının beyni dışında dünyası olmayan bi kadının ya da ? Kadın kadındır işte ya, önce 8 mart öyle değil azizim işçi kadınların toplu ölümünden sonra onları anmak adına yapıldının suyunu çıkaran enteller daha sonra da orospuların gününü mü kutlayacağız diyen bağnazlar arasında bi çiçek alanınız ya da sıcak bi kucak açanınız olduysa ne mutlu size. 
Özel günleri ne çok irdeliyorsunuz hiç anlam veremiyorum, hepi topu 24 saat sürecek onun da muhtemelen 3 saatini ayıracağınız bi değişiklik olarak görseniz.
Kutlu olsun işte her türlü canlının günü, yaşamayı sorgulamadan sevin geçsin.
Sizin detaylarınız beni deli ediyor.

Öyle ya hep kendi yüzümüz gülmeyiversin, biraz da karşımızdaki insanın gülüşünü izleyelim.
Mutlu olsun diye.

4 Mart 2015 Çarşamba

şerzeniş

Beni anlamadın demeyeceğim.beni anladın.zaten en dayanılmaz acı buydu. sen beni anladın. anladığın halde canımı yaktın.
Aklından geçenleri yapamadın bana olan saygından, başını dizlerime koydun kafanın içinden geçenler ağır geliyor dizlerime.

Merak ediyorum ölüm de yaşamak kadar güzel midir? Yorgun geçen bir günün ardından bir an önce kendini yatağa atma isteği gibi midir ve yatağa kavuşunca duyduğun huzur ve mutlulukta buna dahil midir ?

Sevdiğinin kokusu, annenin şevkati, arkadaşlarınla geçirebileceğin güzel anlar, en sevdiğin müzik, en sevdiğin yemek, hayatının filmi, işin, becerilerin, korkuların, başarısızlıkların, çocukluğun, anıların hepsi silinecek. Sen hiç olmamışsın gibi devam edecek, senin için anlamı olan her şey yok olacak. Sensiz biraz ''hiç'' hepsi zaten.

Başını göğe kaldır da bi bak hayat ne güzel, gökyüzü nasıl bir motivasyon. Gözünü gökten ayırıpta yere indirdiğinde başlamıyor mu bütün sıkıntılar ? İçlerine kadar görebiliyorsun bazısını, üstelik çok büyük ihtimalle sen de salt iyi biri değilsin. Onlardan olup, onlardan olmamayı diliyorsun ama başaramazsın çünkü ötekileştiriyorsun : ''onlardan''

Başımı omzuna yaslayamadım, çok kez içimden gelmesine rağmen yapmadım. Başın dizlerimden kalkmadı bir türlü çünkü. 
Bilinenin aksine ölüm ve sonrasından korkmadım, yaşamın içinde kalmaktı çabam. 
Basitleştim, içimde anlık değişen duygular vardı, çok kızınca ölmek istiyorum derim. Gerçekten de isterim çünkü bazen farkındalığım artıyor, ne için çabaladığımı bilmediğim zamanlarda nefret ediyorum hayatını öylesine yaşayan insanlardan. 
Buna hümanizm denebilir mi bilmiyorum ama benim için önce insan. Bi insanı mutlu etmek için sınırlarımı zorlamayı seviyorum ben. Bi yüzde oluşan gülümsemenin mimarı olmaktan hep keyif aldım, çünkü hatırlanmak istiyorum. Güzel hikayelerin içinde. 

Konuşmak ne güzel olurdu şimdi yazmaktansa. Ben ne zaman içimden geçenleri anlatsam kavgaya dönüşüyor kafamın içinde. Birbirimizi duyuyoruz ama anlamıyoruz. 

2 Mart 2015 Pazartesi

insan olmak 1.


Ed gein diye bir seri katil vardı, dindar bi ailenin çocuğuydu annesi ona aşırı düşkünmüş, annesi öldükten sonra anatomiye merak salar, annesini diriltebileceğine inanır bunun olmayacağını anlar elbette o süreç içerisinde mezardan kadın cesetleri çıkartır, içten içe kadın gibi hissetmeye başlar ve  bu cesetlerin derisini yüzerek kendine elbise yapar. kendi kendini hadım etmeyi düşünür ancak giydiği derilerin kadınlıkta yeterli olduğuna karar verir, 1954 yılında cesetlerden vazgeçer çünkü artık cinayet işleyecektir. özellikle annesinin öldüğü yaştaki kadınları seçer, deri işlemede öyle uzmanlaşmıştır ki meme uçlarından kemer, kafa taslarından bardak ve süs eşyaları yapar. bundan sonrası artık sadece evi süslemek için yaptığı hamlelerdir, nitekim yakalanır ama kronik şizofreni tespitinden hiç hapis yatmaz, ıslah evinde kalır tedavi görür ve uzun bi ömrün sonunda kanser hastalığı yüzünden güzelce vefat eder. 

yargılanamadı, zaten aslında yargılanamaz çünkü hasta beyninde inandığı şeyin peşinden gitmiştir. dindar bi ailenin aşırı ilgi görmüş çocuğu aslında hastalığı hiç farkedilmeyecek kadar ilgisiz kalmıştır. ilgilenmeliyim, ilgilenmeliyim diye gözünü karartan insanoğlu aslında hiç ilgilenmediğini farkedemeyecek kadar da körleşiyor işte.

24 yaşında ipek ertürk adında avukat bi kız vardı, 2006 yılında '' yavaş yavaş delirdim, kimse farketmedi'' diye bir not yazıp köprüden atlayarak intihar etmişti. yılbaşı için ailesine hediyeler alıp paketlerini hazırlamış, 1 yıl içerisinde de evlenecekmiş yani baktığında normal bi hayat, çevresindekiler anlam verememiş hayat dolu bi kız nasıl olur diye. cesedi 1.5 saat içinde boğazın sularında bulunmuş, 24 sene bulunmayı beklemiş biri için çok kısa bi süre.. dediği gibi ''yavaş yavaş'' oluyor da her şey farkına varmamak için bütün engelleri koyuyoruz önümüze.

öyle ya, bitmesi gereken oyunlar var izlenmesi gereken filmler, şu son sayfayı okusakta öyle farkına varsak.. kimse birileri için full tetikte beklemek zorunda değil elbette ki bu mümkün değil ama ne için yaşadığını neyi önemsediğini aklından çıkarma gibi bi lüksün de yok hani.

başarılı olmak çok büyük bi mesele değil aslında ya, bi başarı örneği sayılacaksa şayet başka bi katilden bahsetmek isterim. Ted bundy, amerikan seri katillerinin öncüsü olarak geçer, ilk seri katil kelimesi şayet yanlış hatırlamıyorsam kendisi için kullanılmış. 30a yakın kadın cinayeti işlemiş kurbanlarına kibarca yaklaşmış yakışıklı ve zayıf ama kibar mottosu. öldürdükten sonra kurbanlarına tecavüz de etmiş, işin başarı kısmı o kadar zeki bir adam ki kendi kendisinin avukatlığını yaparak böyle elzem bi suça rağmen 10 sene idamını erteleyebilmiş. mesele başarılı olup, erdemsiz olmak mı yoksa başarısız olup iyi biri olarak kalabilmek mi? belki iyi biri olmak zaten başarıların en güzelidir. ikisini bi arada barındırabilen insan benim nezdimde ütopya.
Hepimizin içinde kin var, sevgi var, dozunu ayarlayamıyoruz bazen, bazen aklımız var da fikrimiz yok.

bazen düşünüyorum bok kokusunu bastırsın diye sıkılmış bi oda parfümü gibi hayat  ne bok kokutuyor ne de kendi kokusunu duyuruyor.

insanlar aynı hayata farklı pencerelerden bakıyor evet, hepimiz kendi kafalarımızın içinde tecritte gibiyiz. üzülüyoruz bazı hikayelere bi şeyler karalıyoruz sanki düzen böyle bozulacak, taşınca sel olacaksın tamam da zarar vereceğin nice şey var.

bilmiyorsun.

 

28 Şubat 2015 Cumartesi

biliyorum.

Bu eşyalar küçük bir odaya olacak şekilde seçildi.
Bu eşyalar taşındığımız her evde, küçük bir odanın içinde yaşayacak olan -o kız- için seçildi.
Hepsi mavi.
Bir kaç evde odanın rengi de maviye boyanmıştı.

Odanın küçük ya da büyük olmasının bir önemi yoktu, biliyorum. Çok küçük bi çocukken arkadaşlarımın evindeki gibi -genç odasına- sahip olmak isterdim. Çünkü benim odamda sadece bir yer yatağı ve sandık üstüne istiflenmiş yorganlar vardı. Bunun dışında aksesuar sayılabilecek tek şey dışarıdan görünmemek için asılan alakasız perdelerdi. Bazı geceler annemin pijamasını yanıma koyar da uyurdum, korkuyordum annem yanımda gibi olsun istiyordum. Evden ayrılıp ne zaman dedemlere gidecek olsam döndüğümde odamın kapısını hevesle açardım eşyalarım gelmiş mi, o sürpriz yapılmış mı diye. Yine de hüsranla sonuçlanırdı. Tek çocuk olmama rağmen ranzam olsun isterdim.

Aradan geçen bi kaç yıldan sonra amcamın büyük kızının yatağı, komidini ve bez dolabını ona yeni eşyalar alınacağı için bana  verdiler. O gece sevinçten uyuyamadım gerçekten, halbuki o yatak belki onun 5 yaşından beri kullandığı yataktı, nice çişler üstünde kurumuştu. Unutulmuştu. Ama güzeldi.
Sonra bi gün babam kırmızı bir bilgisayar sandalyesi aldı, aklım çıktı. Durmadan üstüne oturup sağa sola dönüyor, yukarı-aşağı indirip duruyordum. Babam bu alınacak bilgisayarının sandalyesi dedi. (şu an o sandalyede oturuyorum :) ) Başladım hayaller kurmaya, ne zaman sana bi sürprizimiz var deseler eve bi heves bilgisayar alındı diye geldim. 10 sene sonra o bilgisayar da alındı. Bu sefer bilgisayar masası yoktu, bi şeyler tamamlanacaktı ama ardı arkası kesilmeyen bir ihtiyaç ihtiyacı doğurma durumunda yoruluyordum.

O bilgisayar masası alındığında nihayet kendime ait bi genç odasına sahip oldum. Bilgisayar masasını dışarıda yaptırmıştı babam o kadar gereksiz büyüklüğü vardı ki sağına soluna cips falan koyarsın diye böyle düşündüm demişti, alınacak şeyler sadece benim hayalimde dolanmıyordu belli ki o da bi şeyleri istiyor ve kafasında şekillendiriyordu, yatağım o kadar yüksek bi yataktı ki çok yüksek olunca sanki alınması gereken yıllarda alınmadığı için özür barındırıyordu içinde. 

Benim kozam.
Atılan her eşyada biraz daha genişliyor elbette. Önce olmalarını istedim, şimdi eksiltiyorum birer birer. Yoldaşlarım, artık o kadar da önemli değiller. Şimdi alınmasını dilediğim çoğu şeye kendi imkanlarım ile istediğim zamanda ulaşabiliyorum ancak aynı tadı alamıyorum. Yine de kıymet vermek, heveslenmek hayal kurmak istiyorum uzun uzun.

Biliyorum.

24 Şubat 2015 Salı

eksik olan

İçinde bulunduğum durumu anlatan bir yazı yazmak istiyorum ne zamandır. ancak bir türlü cesaret edemiyorum çünkü herkes gibi yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Kafamın içindekilerle kendi kendime kaldım çok uzun zamandır ve artık çıkmaz bi sokakta gibiyim. Son zamanlarda hiçbir şeyden mutlu olmuyorum, heveslendiğim tek bir şey bile kalmadı.

3 senedir dedem ve babaanneme bakıyorum, belki daha önce blogumu okuduysanız bilirsiniz çocukluğumda uzun süre onlarla birlikte yaşadığım için farklı bir bağım var, onları çok seviyorum. Öncelikle belirtmek istedim sevgimi çünkü yazacaklarımın bir şikayet değil içimde yaşadığım sıkıntı olduğunun bilinmesi.
Bir kere her şeyden önce bir çocuk ile yaşlı bakımı arasında dağlar kadar fark var, bi çocuğu çeşitli teknik ya da duygusal tavırlar ile eğitebilirsiniz ama yaşı sizden hayli büyük bir insana yapması gerekeni anlatmanız çoğu zaman imkansızdır.  Hatta genellikle sırf kırılmamaları için yanlışın doğrusunu göstermekten çekineceksinizdir.
Babaannem alzeimer hastası, geçmiş senelere göre bu sene en üst travmatik döneminden geçiyoruz. Örnekse evde kimse yokken por-çöz içmeye kalkması ya da evin içinde çekirgeler görmesi. Kimi zaman yaptığı şeyler komik gelse bile kulağa içinde bununla uğraşan biri olarak söylemeliyim ki ruhen yıpranıyorsunuz. Çünkü midahale şansınız sıfır. Yaklaşık 5 sene önce babaanneme bez bağlamaya başladık, aslında o dönemlerde bez bağlanmasına gerek yoktu fakat bu kolayına gelmişti, tuvaletini biliyordu fakat bilmiyormuş gibi davranmayı, ilgi çekmeyi tercih etmişti. Hiç sorun değildi nihayetinde insanı bu noktaya getiren şeyleri değiştiremez, sonuç neyse ona odaklanıp o şekilde yaşamayı kabul etmen gerekirdi.
Ve üzücü olmasıyla birlikte bildim bileli yalancıydı, insanların hakkında olmayan şeyler söylemeyi hep çok sevdi. Çok küçükken dedem evde yokken bi misafir geldiyse onun ne kadar da kötü bi adam olduğunu anlatırdı, ben öyle olmadığını bilirdim ama çocuk burada işte yüzüne sorun dediğinde enteresan bi şekilde onay verirdim ben de. Kazanılmış bi çaresizlikti bu bende. Aslında o zamandan itibaren tedavi görmesi gerekirdi ama insanlar birbirlerinin farkında değiller, öylesine geçirdikleri ömürde birer detay halinde hayatınıza aldıklarınız.

Yine çocukluğuma geri dönersek şayet benim bir ÜÇGEN travmam vardı, daha önce bahsetmiş fakat silmiştim o yazıyı. Dar bi alanda ''o mu haklı'' ''ben mi'' diyen bi adam ve o haklı dediğimde bana sen haklısın dediğimde ÜÇGENİN diğer kısmındaki kişiye vuran biri. Bu olay babaannemin çocuğun yüzüz burada ona sorun dediğinde verdiğim onay ile aynı sonuçlanıyordu. ÇOCUKSUN ve KORKUYORSUN bu önemli ama bundan daha önemli olan şu ki bu senin karakterine yansıyor.

Sürekli takıntıları ile cebelleşen bi aile bireyi, onun sinirlenmemesi için çocuğunun gelişimini bile farketmeyecek kadar fedakar davranan kadın. Babam saçımı ilk okşadığında sigara içip içmediğimi anlamak için saçlarımı kokladığını farketmiştim. Ben onun hayret verici bu sevgi gösterisini gerçek sanmayı yeğlerdim. Benim içinde yaşadığım hayatı güzelleştirebilecek bi sevgi göstergesi yoktu. Bizim evimizde sevgi yoktu ben sevilmenin ne olduğunu gerçekten bilemeden, inanılmaz hırçın bi şekilde büyüyerek geldim bu yaşa. Yine de ama korku ama içimdeki farklı kişilikten midir nedir bilmem yaşı gelince kocaya kaçan ya da evden kaçan kızlardan olmadım. Ya da hiçbi zaman sapkınlıklarım olmadı, ısrarla dedemin babaannemin hatta ailemin yanında olmaya çalıştım.
Bi yerlere ait olmaya çalışmak gerçekten sancılı bir süreç, hayatıma giren çoğu insana bir köpek sadakatinde bağlanmışımdır çünkü bulamadığım o ince duyguları verebilecek sığınabileceğim bi insan mutlaka olmalı hayatta. Kendimi yıpratıyorum...

Tüm bunların üstüne işsizlik sıkıntısı çekiyorum, istediğim şekilde çalışacağım bir iş bulamadım. Ve son  aydır esasında iş aramayı bıraktım çünkü hevesim kaçtı, çünkü boğuldum. Bütün gün yorganın altında hayattan saklanıyorum günde 3 kez bez değiştirip, birilerine yemek hazırlayıp geri yatıyorum. Geceleri kapımı kitleyip ağlıyorum, bu ağlama krizlerini saklıyorum ve durduramıyorum. Oturup konuşabileceğim biri yok çünkü bunun farkında olsalardı bu şekilde bi hayatı zaten sunmazlardı ya da değiştirmek için bi şeyler yaparlardı.

Yine de sonsuz kere onların bitmeyen sorunlarını dinliyorum. Evde alınan nefes sesine bile tahammülüm yok. Sevdiğim yemekler, gitmeyi sevdiğim yerler bi anlam ifade etmiyor.
En son gittiğimiz bi avm de kalabalık yüzünden ağlamamak için kendimi ölesiye kastım çünkü boğuluyorum, insanların hunharca yürümelerinden konuşmalarından bu kadar mutlu olmalarından boğuluyorum. Sanki silindim, sanki görünmezim.

Sevgi dilenmekten çok yoruldum, koşulsuz şartsız huzur ve sevgi bulabileceğim bir yolu gözlemekten de yoruldum.

Farkedilmemekten yoruldum.

Özünde uzun bir yazı olacaktı fakat anlatacağım şeyler beynimde ölesiye karıştı, kopuk kopuk oldu. Yine de pas geçmeyip yayınlayacağım. Belki bir şey olur artık.